15 Haziran 2019 Cumartesi

RAMAZANIN MODERNİZE HALİ


Meryem Şahin

Meryem Şahin

 28 Mayıs 2019, 01:46

Ramazan ayı güzellikler rahmet ve bereket ayı olması özelliğiyle biz müminleri rahmet deryasına gark etme yetisine sahiptir. Yüce yaratıcının Rahman ve Rahim sıfatlarının tecellisinde zirve olduğu bu mübarek aydan faydalanabilmek nasip heybemizi doldurabilmek ne de güzeldir.
Tutulan oruçlar, huzura durulan ulvi duruşlar, kıyamın safiyetle eda edilmesi, kulluğun, Yaratan huzurunda acziyetimizin idraki olduğunun bilincinde olarak ibadetleri eda …
Kuran ayı olan bu mübarek ayda Allah Teâla ile mükâleme etmenin lezzeti…
İtikâflar, sadakalar, tebessüm gülleri dağıtmak tanıdık tanımadık bütün insanlara…
Dua dua yücelmek semaların ötesine, secdelerde yükselmek miraci makamlara…
Özgürlüğün tadını çıkarmaktır, zincirlerimizden kurtulmak Ramazan ve oruç doyasıya.
Zira nefsi esir etmişizdir, şeytanların bukağılanmasına eşdeğer şekilde.
Nefsin esareti özgürlüğün zirvesi değil de nedir?
*** *** *** ***
Top gürleyip oruç bozulan lahzadan beri
Bir nurlu neş’e kapladı kerpiçten evleri
 
Yarab nasıl ferahlı bu alem, nasıl temiz
Tenha sokakta kaldım oruçsuz ve neş’esiz
Modernleşmenin henüz ruhlarımızı tam teslim almadığı dönemlerde şairin kendiyle hasbihali, üzüntüsünü ve kendi kendine utancını dizeleriyle bu şekilde aksettiriyordu.
Yahya Kemal’in oruçtan uzak olmanın neş’eyi, yaşam enerjisini kaybettiğini belirten bu dizeleri şimdiki oldukça modernleşmiş dünyamıza bir projektör gibi ışık tutuyor.
Oruçlunun yanında oruçsuz olmayı geçelim, aleni yemek içmek bile özgürlük olarak algılanır oldu. Nerede kaldı utanmak, hele ki neş’eyi kaybetmek!
Hayatımızın her alanında olduğu gibi Ramazan ve oruçlarımızda da modernitenin ablukası altına alındığımızı Yahya Kemalin dizelerindeki duygu ve düşünceleri ışığında rahatça görebiliriz.
İftar sofraları ve davetleri bu durumun dışında mı kalır? Her birimizin evi ve sofrası donatılmış saray sofralarını geride bırakacak görüntüde değil mi? Rabbimizin verdiği nimetlerden en güzel şekilde istifade etmek elbette bize verilen ayrı bir lütuftur ve doğaldır helaldir. Helali harama çevirmemek şartıyla!
“Yiyiniz içiniz israf etmeyiniz”  ayetinin gösterdiği çizgiden çıkmadan olmak kaydıyla.
Acaba öyle mi yapıyoruz? Sofralarımızdan artan ve hiç düşünmeden çöpe atılan yiyecekler kara kıtanın kaç insanını yaşama tutunduracak bir can simidi  vazifesi görecektir? Sadece Afrika mı? Acaba komşumuzun ocağında yemek kaynadı mı? Mükellef soframızın çeşitli nimetlerinden onların çocukları tatma imkanı buldu mu?
“Komşusu açken tok yatan bizden değildir”  buyuran bir Peygamberin ümmeti olarak komşumuzdan haberimiz var mı?
Sosyal medya denen dünya görselinde boy boy çekilen fotoğraflar açların açlığına çare mi oluyor? Modernleşmenin bir göstergesi ya da gereği mi görülüyor ki; kim hangi restoranda bilmem hangi lüks mekanda önünde yemeklerle boy gösterme yarışında koşmakta?
Ya kalburüstü simaların, işadamlarının, bürokratların … çağırıldığı fakat bir tek sıradan insanın bulundurulmadığı zengin iftar davetlerine ne demeli? Oruçluya iftar ettirmenin sevabını mı umuyoruz bu şekilde davetlerle ya da modern Ramazan Müslümanlığı mı yaşıyoruz?
Fakirin davet edilmediği, adı sanı yüce kişilerin temenna ile karşılandığı iftar sofraları Ramazanın ruhuna Rasulullahın uygulamasına karşıdır.
Bir de fasıllı müzikli çalgılı iftar davetleri var ki; apayrı bir yazı konusu. Bir de köçek eksik!
İbadet mevsimi ve günahlardan kaçınmanın azami gerektiği bir mübarek ayda iftar zamanında çalgının fasılın müziğin ne işi var Allah aşkına? Direklerarası eğlenceleri, meddah, Karagöz- Hacivat daha birçok malayani işler Ramazana ait yapılacak şeyler değildir.
Ramazan; Allah’ın bizi huzuruna kabul edip affedilmemiz için sunduğu bir reçete, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin yaşadığı ve gösterdiği şekilde idrak etmemiz gereken kutlu bir mevsimdir.
Moderniteye alet edilecek bir kurban değildir.
Meryem ŞAHİN 28.05.2019

14 Haziran 2019 Cuma

bütün harfleri kendime seçtim bütün savaşlar kendime çığırtkan bir karganın inadı olsun üstümde fısıldasın melekler sonunda yolun

24 Mayıs 2019 Cuma

GÜL VE SIR

gül düştü gözlerime
ıssızlığın rengindendi yaprağı

yağmurun tıpırtısı karıştı ayakseslerime
gizin içinde bir sır

soluklandım gül bahçelerinde
gül düştü gözlerime

24.05.2019

20 Mayıs 2019 Pazartesi

RAMAZAN VE GÜZEL


   


Ramazanın mübarek ikliminden ılık meltemleri içimize çekiyoruz. Şükredecek çok şeyimizden biri de budur elbette.  Ramazan ayının rahmani manevi havasını teneffüs etmeyi bize bu sene de nasip ettiği için, onu  yaşamaya fırsatı olamayanlardan olmadığımız için şükür etmek nimetin borcunu ödemek gerek.
   Mahyalarla donatılan camilerin minarelerinden yansıyan ışık huzmeleri cennetteki nurların dünyaya yansıyan ve aydınlık katan görüntüleridir. Her bir ışık karanlığın bağrında açan çiçeklerdir sanki.
   Çocuklar için ayrı bir sevinç vaktidir iftar vakitleri, yaşı ilerlemiş olanlar için de ayrı.
Hele çocuk olmak Ramazan’da ne büyülü bir dünyanın kapısını aralamak değil midir?
   Ramazan iman etmiş ve teslim olmuşların kalbinde parlayan bir nur deryasıdır tıpkı mahyalardan süzülen aydınlık gibi. O girdiği her gönülü nurlandırır, dünyanın  yıllarını birer birer devirmiş kocalar bile tıpkı bir çocuk safiyetine bürünür bu kutlu zamanda.  Güzel olur, güzelleşir.
***                                        ***                                        ***
   Mahalle bakkallarının  yerini marketler alalı beri alışverişlerimizi marketlerden yapar olduk. Geçen gün birkaç şey almak için markete gittim. Kasanın önüne geldiğimde uzunca bir kuyruk ve de tıkabasa dolu market arabaları nedeniyle beklemem gerekti. Ramazan bereketi önce midelerimizi sarmış kuşatmıştı anlaşılan. Bekleyenlerin arkasında küçük şirin bir kız çocuğu duruyordu. Annesi arabasın dakileri kasaya boşaltmaya çalışırken o da uysal bir halde, mütebessim bir çehreyle kasadan geçirilen çeşit çeşit yiyecekleri izliyordu.
   Küçük çocuklarla birkaç kelam etme alışkanlığım olduğundan ona da ismini sorarak muhabbet etmek istedim.
-Güzel, dedi.
Güzel ne güzel isimdi. Bu güzel de Ramazanı yaşama lütfuna erişen nasipli çocuklardan biri idi. Ne güzel!
Çocuk güzel, adı Güzel, idrak ettiği Ramazan güzel.
Güzelliklerle dolu kutlu zamanları güzel çocuklarla daha da güzel kılabilir miyiz? Onlar ki çiçek tarlalarındaki papatyalar gibidirler. Başlarını okşayınca her biri ayrı rayiha salar etrafa. Ve gülen gözleriyle tebessümleri bahardır çocukların.
   Çiçekler açtırabilir miyiz bahar mevsimlerinde? Itırlansın etraf, gül sümbül lale binbir çeşit çiçek doldursun yaşadığımız mekanları?
   Her Ramazan bir bahardır zira.
   Bayramsa baharın ardından meyveleri toplama vakti. Onlara uzatılan her bir el, gözlerinin içinde harelenen her bir tebessüm baharı yaza çevirir, çiçeği meyveye, meyveyi cennete.
***         ***         ***
   Çocukluğumun Ramazanları der dururuz hepimiz zaman zaman. Aslında o Ramazanların şimdikilerden farkı; çocuk safiyetine sahip olduğumuzdandı. Bakkal amca Ramazan’da ayrı bir itinayla uzatırdı iftarlık çokomel kutularını, gofretleri bize…
   Fırında pide kuyrukları önce çocuklara verilen sıra ile daha bir özel hissettirirdi ufacık boyumuzla kendimizi…
   Dedeler bir başka okşardı karışık saçlarımızı eskimiş parmaklarıyla…
  Camilere önce gitmek için koşuşurduk teravih namazlarına… ama illa ki gülüşürdük nedeni belirsiz ve de nedensiz bir şekilde namaz kılınırken.
   Komşu nineler bir hişşşşttt! Çekerlerdi bize. Hemen kendimize gelir çeki düzen verirdik  fakat tekrar namaza durulduğunda bizi yine bir gülme tutardı nedensizce.
   Ama güzeldi. Ramazan gelişiyle büyük küçük herkesi heyecanlandıran, hazırlıklar yapılan, oruçsuz kimse yokmuş gibi yaşanan manevi atmosferi bizi çepeçevre saran bir mübarek aydı.
   Ve güzeldi.
   İçten dost insanlar yaşardı mahallelerimizde. Hayat gerçek yaşanırdı. Ekranlara raptolmamış gözler ve de ruhlar görüntü, bilgi, gürültü, duygu kirliliğiyle tanışmamıştı henüz. Sahura kaldırmazsa annelerimiz kıyamayıp bizi, küserdik naz yapardık gücenirdik onlara. Sahurun lezzetini kaçırmış olmak nasıl da üzerdi bizim çocuk gönüllerimizi.
  Kimimiz yarım gün tutardık oruçlarımızı, kimimiz dedelerimize ninelerime satardık iftar vakti oruçlarımızı? Sahi oruç satılır mı?
   Oruç satın alınarak çocuk gönülleri güzelleştirilirdi. Salatü selamlar, ilahiler, kasideler gülsuyu kokulu camilerde evlerde tarifi imkansız güzellikler yaşatırdı bize.
   Velhasıl; güzellikleri güzel bir ayda doya doya yaşardık.
   Şimdi çocuklarımız da yaşasa yaşayabilse derin derin içlerine doldurarak manevi iklimleri, baharları yazları…
   Nasıl olur?
   Güzel değil mi?

Meryem ŞAHİN 19.05.2019



13 Mayıs 2019 Pazartesi

RAHMET YAĞMURLARI

Güneşli güzel bir mayıs sabahına uyandık. Her yıl yuvalarını boş bırakıp giden ebabiller çoktan yazlık evlerine döndüler bile. Kimbilir kaç ebabil yavrusu bizim balkonda kedilerin pençelerinden kurtulmak için çırpınacak? Allahtan ki kediler onları yemek değil de sadece merak ediyor ve oynamak istiyorlar.
Bahçeler yeşillendi, çiçekler binbir rengin büyüsüne bizleri davet etmekteler. Mor salkımlar coşkun bir renk cümbüşüyle bahara belki de yaza merhaba diyorlar.
Fakat bizim bahçe duvarımızı süsleyen sarmaşığımız hala kupkuru duruyordu. Ne bir yaprak ne bir tomurcuk ne de canlılık emaresi bir görüntü…
Acaba bu sene sarmaşık canlanmayacak mı? Tıpkı kurumuş cansız bir bitki gibi. Artık ömrünü tamamlamış olabilir mi? Diye kendi iç kişimle konuşmaya başladım. Yıllardır bahçemizin duvarında yapraktan bir set oluşturan sarmaşığın artık yaşamayacak olmasına üzüldüm doğrusu.
*** *** ***
Baharın ruhlara fısıldayan sesi damla damla camlara vurmada. Tatlı ve serin bir toprak kokusu ciğerlerimizi ferahlatıyor. Gözlerini kapatmış gece, yağmurun sesini dinlemede şimdi. Toprağa düşen her damlayla birlikte bir damla can geliyor kürre-i arza.
Candır su. Rahmet damlalarıdır suya giydirilmiş olan. Ve rahmet inerse eşyaya hayat bulur ölü olan bile. Zira;
“diriden ölüyü, ölüden diriyi çıkaran”dır yüce Mevla. Yeter ki yağsın rahmet yağmurları kurumuş topraklara, çatlayan dudaklara, susuz kavrulan yüreklere.
*** *** ***
Bahçedeki sarmaşığın kupkuru cansız dalından küçük birkaç tomurcuk fışkırmış bu sabah. Fesuphanallah!
Bir damla su nelere kadir olur eğer yaratan dilerse. “Kün” emri yeter bir damlanın ölü bedenden bir canlı çıkarmasına hatta ilahi emre muhatap insan soyunun devamına yetecek olan bir damla su.
Hele ki iklim güzel, mevsim eşsiz, bahar şeriksiz ise. Rahmet yağar herbir damlada, düştükçe yere, toprağa, yüreğe, sana, bana, ona…
Sonsuz rahmetin damlaları can verir ölmüş ruhlara…
Yıkayıp temiz pak yapar gönül aynasını günahlardan arındırıp…
Elleri semaya dilleri duaya tertemiz açar herbir rahmet yüklü damla…
Hele ki mevsim Ramazan, aylardan Kuranın ayı ise…
Nasıl da coşkun yağar o yağmurlar bütün nefisleri pırıl pırıl yapmak için…
“dua dua karıncalaşan” ellerin boş çevrilmeden nurlu aminlerle dolması için…
“Reyyan kapısı”ndan girenlerin sayısı artsın diye yollarını yıkar yağmurlar…
Ve melekler iner hebir iş için sabaha kadar, meleklere karışır masivadan sıyrılmış yüce gönüller.
Yeter ki rahmet yağmurlarından testimizi doldurmayı bilelim…
Yeter ki herbir anı rahmet, bereket ve makbul olan kutlu zamanın saniyelerini en verimli şekilde değerlendirelim.
Yağar yağmurlar. Yıkayalım dillerimizi, kalplerimizi, bedenimizin içindeki “ben”leri.
İşte o zaman kurumuş ölü bir daldan patlayan tomurcuklar gibi ölü kalplerden bir nefes açacak çiçek çiçek, dal dal. Ve sonsuza uzanacak yağmur yüklü abı hayat içmiş kutlu kişiler.
Rabbim rahmet ayının kutlu yağmurlarında yıkanmayı ve sonsuza uzanıp Havzı Kevserden kana kana içmeyi bizlere nasip etsin.
Meryem ŞAHİN 14.05.2019

7 Mayıs 2019 Salı

İNDİ KUR'AN











Sarmıştı alemi zulmet, yürekler karanlık gece
Kirlenmiş diller küfürle, binbir çeşit binbir hece
Kim yarattı bu alemi, bilinmezdi bir bilmece
Onbir ayın sultanında, indi Kur’an Ayet’ile
Kalmamıştı canlarda hiç, acımaktan eser bile
Bilmiyordu sevmeyi de, muhtaç idi kul şefkate
Yıkmış idi çoktan artık, balta vurup merhamete
Onbir ayın sultanında, geldi Kur’an Rahmet’ile

Yüzer olmuş büyük küçük, cehaletin denizinde
Fazlalıktı birer birer, babaların gözlerinde
Korku dehşet yer etmişti, hep kızların yüzlerinde
Onbir ayın sultanında, sildi Kur’an Hikmet’ile
Ayet ayet her bir sure,Yaratan’dan Habib’ine
Üç ayeti Bakara’nın, bize Miraç’ta hediye
Hira Nur dağında geldi, ilk ayetler oku diye
Onbir ayın sultanında, indi Kur’an hürmetile
Çıkmış insanlıktan beşer, karanlık sarmış gözleri
Küfür isyan her bir kelam, zehir saçardı sözleri
Muhtaç iken arz-ı alem, uzandı umut elleri
Onbir ayın sultanında, indi Kur’an Himmet’ile
Vermez Allah isyankara, hak yolundan ayrılana
Kurulacak has kulları, atlastan taht-ı revana
Müjdelendi inci köşkler, güzel ameller yapana
Onbir ayın sultanında,indi Kur’an Cennet’ile
Okuyordu o Kur’anı, Her Ramazan Peygamber’e
Peygamber de ondan sonra, sıra ile Cebrail’e
Kaldı o zamandan bize, hatm-i Kur’an mukabele
Onbir ayın sultanında, indi Kuran Sünnet’ile
Meryem Şahin

19 Nisan 2019 Cuma

Yoksa?

                 taşlarımız nerede?
                 gözümüz mü kör?
                 tutuşsak elele?
                 ellerimiz mi yok?
yoksa!..

Meryem ŞAHİN 19.04.2019

16 Nisan 2019 Salı

DÜĞME'LERİ GEZDİRİN


Baharın yağmurla toprağı buluşturduğu, belki de kıştan kalan son günlerden birindeyiz bugün. Trafik keşmekeş halinden biraz nefes almak istercesine rahatlamaya çalışıyor. İstanbul en güzel günlerinden birini yaşıyor. Erguvanlar mor rüyalarının içine çekmekteler bütün gören gözleri. Hafif çiseleme şeklindeki yağmur arabanın camlarında küçük lekeler oluşturmakta.
Telefon çalıyor, arayan kızım: Anneciğin ne yapıyorsunuz, ne yaptınız?
-          -Düğme’yi gezdiriyoruz!
-          -Düğme’yi mi gezdiriyorsunuz, nasıl yani? Diye şaşkınca soruyor.
Düğme zorunlu ve zorlu bir ameliyat geçiren yeşil gözlü renkli tüyleri olan güzeller güzeli kedimiz. Çok akıllı bir kedicik o. İki aydan beri veteriner, iğne ilaç tedavi yani sıkıntılı bir süreçten geçiyor. Daha kutusuna koyarken yine veterinerin yolunu tutacağını biliyor ve girmek istemiyor. Halbuki normal zamanda kendi kendine girip orada uyumayı dinlenmeyi çok sever. Yani herşeyin farkında. Belki bizim olmadığımız kadar farkında hem de.
              
Burada tedavisi sona ermesine rağmen henüz tam iyileşme sağlanamadığı için araştırmamız sonucunda yeni bir ümitle başka bir veterinere götürdük onu. Sonra da girdiği stresten kurtulsun ve rahatlasın diye misafirliğe ev gezmesine götürdük. O kadar mutlu oldu ki bakışları ile mutluluğunu gayet güzel anlatıyor. Sütünü içtikten sonra çoktan beri orada yaşıyormuş ve o eve aitmiş gibi rahatça bir koltuğun üzerine kıvrılıverdi.
Ev sahibi dedi ki: Aynı çocuğunuzmuş gibi gezmeye çıkarıyorsunuz ne güzel! Hemen de alıştı.
Doğru söylemişti. Düğme bizim çocuğumuz gibi olmuştu. Nasıl olmasın ki; çaresizlik içindeki bakışlarını görüp te duyarsız kalmanın imkanı yoktu. Aynen bir insan gibi bizden yardım istiyordu. Kendi kendine ilaç alacak doktora gidecek hali yoktu. Fakat bizi de onu da yaratan bizi buna vesile kılmış ona yardım etmeye mecbur etmişti.
Çünkü o bir candı.
Çünkü onun da aynı bizim gibi duyguları hissettikleri vardı.
Çünkü o da rahatsızlandığı zaman aynı insanlar gibi acı çekiyordu.
Çünkü İkimizi de yaratan onu bizim karşımıza çıkarmış ve onu bize emanet etmiş, bizi de bu imtihana tabi tutmuştu.
Çünkü çok şükür rahmet sıfatının zerresinin zerresini biz kullarına da lütfetmişti.
“ya hamiyyetsiz olaydım
Ya param olsa idi.” Diye inleyen Akif’in duyarlılığı bizi ona hizmete sevketmişti.
Kainatın Peygamberi küçücük bir kediyi sahiplenmiş müezza diye isimlendirmiş, hayatın her parçasında olduğu gibi bu dilsiz ama gözleriyle konuşan varlıklara merhameti de örneklemişti.
Onun içindi ki Çanakkale’de cephedeki Mehmetçik, orada bulduğu bir kedi yavrusuna merhametin en özeliyle kendi yiyeceğini sunmuş, açlığına bir açlık daha ekleyerek cennet yemeğine talip olmuştu.
Bakmayın siz şimdilerde bırakın hayvanı insana karşı duyguları kör sağır sert bir taşa dönüşmüş katı kalplilerin yaptıklarına.
Bırakın yoldan geçerken küçücük bebeciklere bir tekme savurmanın zaferini(!) yaşayanları.
Bırakın restorant bahçelerinden Allah’ın sessiz kullarını bed sesleriyle kovalayanları…
Bırakın merhametten uzak olanları.
Bu dünyadan başka dünya olmadığını sananların yaşantılarını.
Düğmeleri gezdirin, onları sevin, onlara yardım edin.

11 Nisan 2019 Perşembe

Davet


gelincikler açar kırmızı kıpkırmızı
saçları siyah gelinler yapardık
gelinler üzüm gözlü
etekleri kırmızı

gelincik yaprağı düşler kurardık
şurup gibi tatlı
deniz gibi dalgalı
saatlerin göğsüne gömerdik
altın tozu duaları

gelincikler ve toprak ve deniz
çağırır bizi
günahsız ve tertemiz

7.4.2019

9 Nisan 2019 Salı

YIKMAYIN TARİHİMİZİ

Bu sabah sosyal medyada dolaşırken gördüğüm bir yazı ve iki fotoğraf yüreğime bir hançer gibi saplandı.
Daha dün Kütahya'nın yetiştirdiği çok değerli bir kişilik üzerine yazı yazmak geçti aklımdan. Eserleri geldi gözümün önüne, hem imrendim hem hüzünlendim. Yaşarken çok ta değeri bilinemeyen bu mümtaz insan tek başına yaşamış, tek başına çok şey başarmış "İstanbul Ressamı" namı ile meşhur Kütahya'nın medar-ı iftiharı olan Ahmet YAKUPOĞLUdur.
Onun hayatını ve eserlerini daha sonra yazmak istiyorum kısmet olursa.
İstanbul Ressamı İstanbul eserlerini ve Kütahya'da yaşayan güzelim tarihi evleri, dereleri dağları da tualinde yaşanır kılmak istemişti. Biliyordu ki; bu paha biçilmez güzellikler çok geçmeden üzerinde otlar bitecek bir hale dönüşecekti. Fakat yanılmıştı. Onların üzerinde otlar değil belki de taştan binalar dikilecekti oysa. Belki kentsel dönüşüm kurnazlığı ve rantiyesine yenik düşecekti.

Bahsettiğim haberde Kütahya'nın en köklü mahallelerinden birinde, oradaki yaşanılan hikayeleri içinde barındıran ve kitabıma ismini veren bir mekandaki tarih yüklü değeri ölçülemez bir yapının iki fotoğrafı vardı. Birisi, Yakupoğlu'nun tablolaştırdığı güzellikler yansıtan tarihi ev resmi diğeri de beline kazma yemiş bir canlının şimdiki enkaz hali. 
Eski kadınlar cezaevi olarak bilinen iki katlı pembe ev tarihi günümüze taşıyan önemli bir eserdi. Merhum Ahmet Yakupoğlu diğer eserleri gibi Kütahya evini de tablolaştırmış, daha ileriki nesillere aktarabilmeyi hedeflemişti. Bu amacı çok şükür gerçekleşti. Bizlere ve bizden sonrakilere de ulaşacak inşallah. Fakat sadece onun tablosunda yaşayacak.
Yıkım makinalarının acımasız intikamından pembe ev de nasibini almış çünkü. Enkazını acımasızca tepeleyen bir iş makinasının çıkardığı homurtuları duyar gibi oluyorum şimdi. Zaten yıkılmaya yüztutan sayısız tarih güzellerinden biri daha toz toprak yığınları arasında unutulmanın karanlık çukuruna gömüldü gitti. Tıpkı bir ölünün mezara gömülmesi gibi.
İçim yandı yüreğime bir hançer saplandı.
Onunla birlikte nice insanın hayatı, anıları, duaları, özlemleri, sevdaları yıkıldı yok oldu.
Fareler cirit atıyor yıkılsın diyen zihniyet ancak cahillerden olabilir diye düşünüyorum. Zaten üstümüze yıkılacaktı diye düşünen vatandaşın çaresizliğinin ve ümitsizliğinin sözleridir bunlar ancak. Zira ölümüne terkedilmiş tarihin cansız tanıkları olan bu yapılar bir el bekler uzatılacak. Hem de yıllarıdır. Fakat heyhat!
Başka söyleyecek sözü kalmıyor oradaki mütevazı hayatını devam ettiren güzel yürekli insanların.
Yapmak yerine yıkmak neden?
Yok mu uzanacak bir el Osmanlının en önemli merkezlerinden Kütahya'ya?
Yok mu görecek bir göz, duyacak bir kulak bizim olan varlıklarımızın ve insanımızın çığlıklarını?
Yazık!..
Günah!..
Ayıp!..
Kıymayın ecdadın binbir emekle ürettiği hanlara hamamlara saraylara cumbalı ahşap evlere.

09.04.2019 / Meryem ŞAHİN


8 Nisan 2019 Pazartesi

DİNGİN OLALIM ENGİN OLALIM

Uzun zamandır görüşemediğim güzel şiirleri olan bir arkadaşımla bugün biraz hasbihal eyledik. Konu şiir ve şair olunca bu işle meşgul olan bizlerin da sohbeti oldukça lezzetli olduğundan vaktin nasıl geçtiğini anlamadık.
Geçenlerde güzel bir yazı ve güzel de bir resim görüp sayfamda paylaşmıştır. Dostum onu görmüş ve beğenmiş; ne güzelmiş! Dedi.
Resim güzeldi…
Resimdeki anlatılan, faaliyet; şimdilerde (eylem) o daha da güzeldi. Okumakla ilgili, Osmanlı’da kadınların okumasını resmeden bir görseldi. Ben de:
-Evet, çok güzel.  Şimdilerde okumanın da posasını çıkardık. Neyi nasıl okuyacağımız ne kadar önemli oysa, dedim.
-İnsanlar kitap okumuyor, okuyanlar da anlamıyor, diye dertlendi.
Okumadığımız ya da yeterince okumadığımız bir gerçek olmakla birlikte, toplum olarak okuduklarımın da niteliği ve niceliği ne işe yaradığı bilinmez. Elbette yanılgılı okumalardan bahsediyorum. Hepsini aynı şekilde değerlendirmek hem haddimiz değildir hem de imkansızdır. Vaktimizi verdiğimiz sayfalardaki yazıların, yazarın fikirlerinin ya da fikirsizce anlatılanların bize ne yararı vardır, ya da zararı?
Faydasız ilimden sana sığınırım diye, Oku! Emrini veren Rabbine sığınmıyor mu Peygamberimiz?
Elbette ilimin de yani öğrenilen şeylerin de bize katkı sağlayanı olduğu kadar hiçbir işe yaramayan vaktimizi geri gelmeyecek şekilde heba ettireni de vardır, bir küçücük virüs gibi harflerin arasına sızmış koca bir bedeni öldürecek tehlikede olanı da.
Ben okumakta kısıtlı olmaktan yana değil bilakis geniş seçenekli olmaktan yanayım. Bununla beraber seçerek, neyi okuduğumuzu bilerek özellikle yazarın düşünce ikliminden haberdar olarak okumaktan yanayım. Böylelikle fayda alımını artırıp virüs etkili ifadelerden etkilenmeden sakınmamız mümkün olabilir diye düşünüyorum.
Anadolu’da hele ki köylerde çok kitap yoktu. Gazete ve dergiler zaten şehirli ürünlerdi. Elektrik yokken bile gaz lambasının verdiği solgun aydınlıkta köy odalarında ve evlerde geceleri toplanılır okumalar yapılırdı. Okuma hevesi köylerimizde dolu dolu kendisini gösterirdi. Büyüklerimiz bu okuma toplantılarında Ahmediye kitabının okunduğunu ve bir kişi okurken orada bulunan hazirunun gayet sükûnet ve merakla dinlediklerini söylerlerdi. Halbuki kim bilir kaçıncı kez okunmuş ve dinleyenler de onu ezbere biliyor olmalıydılar.
Ahmediye denilince akla hemen Muhammediye isimli kitap geliyor tabi.
Kadınlar da kendi aralarında toplanır okurlardı. Şehrin, şehirli kadının okuması başka idi, köydekilerin başka.
Osmanlı zamanında kadınlar için de okumak ve okuma günleri tertip etmek hayatın önemli bir faaliyetiydi. Evlerde konaklarda toplanırlar içlerinden bilgi olarak daha üstün olanı okur, diğerleri dinlerdi. Saraylarda yabancı kitap özellikle Fransızca yazılı basın okuyanların dışındakiler, halkın içindeki kadınlar, en çok Muhammediye kitabını okurlardı.
Şimdi ise okuyacak o kadar çok eser var ki; hangisini seçelim diye de düşünmek lazım, bu kadar önemli bilgileri hangi zamanda nasıl gözümüzden alıp beynimize ruhumuza ve de yaşantımıza aktaralım diye formüller bulmak ta.
Tarih, okumanın olmazsa olmazı elbet. Özellikle İslam tarihi.
Sevgili Peygamberimizin ve kutlu sahabelerin hayatları, İslamı yeryüzünde kaim kılmak için yaşadıkları zorluklar, yaşam tarzları, mübarek annelerimizin o temiz ve bizlere örnek olacak hal ve davranışları.
Şiir okuyalım bir de. Şiir yaşadığımız toplumdaki sıkıntılardan sorunlardan kuytu bir köşeye kaçmaktır bana göre. Kelimelerin gizemli dünyası olan orada kaçıp sığınacak ne çok yer vardır!
Kaçılacak şey sadece sıkıntılar sorunlar mıdır? Değil elbette. Yaşadığımız toplumsal hayatın kamçısı o kadar hızlı iniyor ki sırtımıza koşmaktan bitap düşebiliyoruz bazen. İşte o meşguliyetlerden kurtulmanın iki yolu vardır: Birincisi Namaz.  İkincisi de göğsüne sığınılacak bir anne kucağı gibi müşfik kitap sayfaları.
Öyküler, romanlar, şiirler, kişisel gelişim kitapları, biyografiler ve daha neler neler.
Haydi saklanalım harflerin aralarına, sayfaların sırlı mekanına…
Dingin olalım, engin olalım.
Meryem ŞAHİN
08.04.2019

6 Nisan 2019 Cumartesi

Pazar/lık



nelere söyler dalında salınan çiçek
naz mıdır titreyişi yoksa niyaz mı
bilir ki sabah olup gece bitecek
kün feyekun'dan haberdar bu az mı

7.4.2019

1 Nisan 2019 Pazartesi

RENKLER EBRULİ OLDU

Geçen haftaki yazımızda okumaktan ve okumanın emri ilahi ile bizlere bir görev olarak verilmesinden bahsetmiştik. Okumak için gören bir göz, akleden bir beyin ve harfler gereklidir elbet. İşte bu harfler bazan kalemin kağıdı ya da herhangi bir yüzeyi şekillendirmesi ile olur. Ama salt bununla sınırlı olmadığını hepimiz biliriz.
Okunacak o kadar çok şey vardır ki kainatta, kimi rengiyle gösterir kendini, kimi şekliyle, kimi sesiyle… Yeter ki ibret nazarı ile bakacak göz olsun başımız üzerinde.
“Görenedir görene
Köre nedir köre ne?”
Misalindeki gören gibi görebilmek; cansız sandığımız varlıkların bile büyük ya da küçük birer kitap olduğunu anlayabilmemizi sağlar.
Gökyüzündeki varlıklar ehline nasıl çok şey anlatıyorsa, her şey o konuda bilgi sahibi olan yani onu okuyabilene derin bir bilgi verebilir. Renklerin insan üzerinde etkisini karakter bilimciler söylüyor. Kişinin sevdiği ve seçtiği renge bakarak o kişiyle ilgili ince detayları yakalayıp haber verebiliyorlar.
Beden dili insanın hatta hayvanların o anki ruh hali hakkında okumasını bilene neler neler anlatır. Dilsiz bir kediciğin bakışları sahibine  her şeyi söyler. Acıktığını, uykusu geldiğini, korktuğunu, canının acıdığını…boynu bükük bir çiçeğin söylediklerini de anlamak zor değildir.
Özetleyecek olursak her varlık ve her hareket okunması gereken bir kitaptır.
Toplumsal hareketler de böyledir. Kitle psikolojisinin etkilenim noktası öylesine hassastır ve buradaki küçücük bir kıpırdanış öyle hızla yol alır ki, küçücük bir hareket domino etkisi oluşturabilir.
Dün itibariyle de toplum olarak şiddetli bir toplumsal sarsıntı beli bir silkelenme yaşadık. Bu siyasi oluşumu da okumak bireyselden öte siyasi hayatın içinde ve ona yön verenlerin yapacağı iştir. Çünkü millet yazmıştır. Siyasiler okuyacaklardır.
Bununla beraber gündemi oluşturduğundan dolayı yetişkin her insanın bu tabloda okuyacağı ve okuduğu cümleler hatta sayfalar da yok değildir. Fakat hava bulutludur. Henüz sislerin altında kalanları görmek için zamanın geçmesi ve taşların yerine oturması gereklidir.
Değinmek istediğim konu sadece, okunması gerekenler nelerdir? Baktığımız zaman neyi nasıl okuyoruz sorusuna cevap aramaktır. Elbette bakış açımız ne yönü görecek şekilde konumlanmışsa o noktayı görebilir.
Burada esas olan yerimizi değiştirelim, penceremizi değiştirelim bir de şuradan, bir de bu taraftaki cepheden bakalım. Ama doğru okuyalım. Kısacık birkaç cümle toplumsal ve sonuç kitabında okunacakları özetlemeye yetebilir.
*Hiçbir şey ebedi değildir. Daha da önemlisi değişmez değildir. Yani kimse vazgeçilmez değildir. Gaflete kapılmanın ve hataları iyi irdelememenin sonuçları oldukça ağır bedelli olabilir.
*Masanın ön tarafında olmakla arkasında bulunmanın farkı bir hakimiyet değil, aslında büyük bir vebaldir. Bunun unutulması kötü sonuçlar doğurabilir.
*İttifakların kimlerle yapıldığının hiç önemi olmadan hareket edilmesi siyasetin gözünü kör ederse, akşam yanınızdaki kişinin sabah olduğunda bambaşka biri olduğunu fark edersiniz fakat tavşan bayırı aşmıştır artık. Bunu bütün siyasi partiler için söylüyorum.
Milletin okuması gereken tablo da var elbet. Onu da zaman gösterecek. Belki bir uyanışa vesile olur belki çocuklarımızla, kadınımız erkeğimizle şöyle bir silkelenip: bize ne oluyor? Deme bahtiyarlığına erebiliriz diye umut ediyorum.
Renkleri okuma sanatından bahsettik ya, bu seçimde bütün renkler karıştı birbirine…
Siyasi partilerin özüne onu bozan bir ecza düştü. Gören gözler de ebruli, yanardöner renklerden başka bir şey göremediler.
Şimdi vakit: fefirruuu illallah! Allah’a koşma vaktidir.
Ölmeden önce ölme vaktidir…
Hangi vazife ile gelmişsek ona halel getirmeden şu yeryüzünde yaşama vaktidir.
Yani dosdoğru olma vaktidir.
Yoksa renkler alaca bulaca oldu. Çocuklarımız bizden değiller sanki. Hergün her yerde evlatlarımızı kaybediyoruz. Yuvalarımızın yıkılışına şahit oluyoruz. Özümüzü karakterimizi kaybediyoruz. Okumayı beceremez hale geliyoruz. Kainat kitabı bakar körlermişiz gibi bize bir şey ifade etmez hale geliyor.
Şimdi vakit:
Kâinatı okuma vaktidir.
Meryem ŞAHİN / 01.04.2019