8 Haziran 2017 Perşembe

Değişim ve Ramazan


Ne çok şey değişti hayatımızda. 

Ramazan ayının gelişiyle gönüllerimize yayılan sükunetin çocuk ruhlarımızı sardığı zamanlardan bu yana. Üç – dört yaşlarında var yoktum. Annem uyandırmaya kıyamaz, sahur hazırlıklarını sessizce yapmaya gayret ederdi. Akşamları uyumadan önce sahura kaldırması için anneme tembih ederdim. Sahur vakitlerinde alışık olmadığım bir sesin kulağımdaki yankısını ve küçük yüreğimde bıraktığı merak – korku karışımı etkisini bugün de hatırlıyorum. Dışarıda birisi bağırıyordu ama ne dediğini anlayamıyordum. Sanki ezan gibi minareden sesleniliyordu. Fakat annem bunun ezan olmadığını söylemişti. Ne demek olduğunu o da, babam da bilmiyordu. Yeni geldiğimiz bu mahallede yerleşmiş olan bir gelenek olduğunu sonraki günlerde öğrenmiştik. “Sallu” diye seslenen imam insanları oruç tutmaya davet ediyordu. Ben hala bir şey anlamamıştım. “Sallu” kelimesini küçücük kafamda evirip çeviriyor, bir türlü ne anlama geldiğini çözemiyordum. 
Sahur yemeği mutlaka hamur işi bir yiyecek olurdu. Ramazan yaklaşınca konu komşu, akraba kadınlar hep bir araya gelerek büyük teknelerde yoğurdukları hamurdan birkaç tahta sofrada “şebit” dedikleri yufkaları açarlar, bir iki kadın da avluya kurulan onun ateşinin üzerindeki sacta açılan yufkaları önce bir yanını, sonra diğer tarafını maharetle çevirerek pişirirdi. Toplam yufka adedini eşit şekilde paylaşarak, üst üste koydukları yufkaları tatlı bir telaşla evlerine götürüp ramazan için saklarlardı. Sahur vakti bu yufkalar hafifçe su serperek ıslatılır, arasına peynir, patates, kıyma ile hazırlanmış iç koyulur, tepsilerde fırına verilirdi. Bazı sahurlarda haşhaşlı gözlemeler, veya “hamur aşı” denilen kesme makarnalar yapılır, ama mutlaka hamur işi olurdu. Yanında hoşaf, yahut ayran eksik olmazdı. Uyanamayan var mı diye sokak kapısından dışarı bakılır, ışığı yanmayan komşuya bir koşu gidilip uyandırılırdı.
Ramazan ayında akşam vakitleri de başka olurdu çocukluğumuzda. Oruçlu olsun olmasın herkesin oruçlu olduğu izlenimine kapılırdık. Sigara tiryakileri bu alışkanlıklarından bir aylığına da olsa gündüzleri kurtulmuş olurlardı. Ezan vakti yaklaşınca şehrin caddeleri boşalır, evlerine geç kalan bir kaç kişi olursa onlar da iftara yetişmek için hızlı adımlarla yürürlerdi. Bir de çocuklar olurdu sokaklarda. “Top bekleme”ye çıkmış olan afacanlar.
Pide kuyrukları ayrı bir alemdi. Babalar henüz işten dönmemiş olduklarından biraz uzaktaki fırının yolunu biz çocuklar tutardık. Daha fırına varmadan mis gibi ramazan pidesi buram buram kokardı.Uzun kuyruktaki yaşlı dedeler bize yer verirlerdi.Biz de daha öndeki sıralara geçer, bundan da büyük sevinç duyardık.Evden ne şekilde tembihlenmişse öyle siparişi verir, fırından çıkıncaya kadar orada bekler, bol susamlı, bazen da yumurtalı çiftli özel pidelerimizi alır, ellerimiz yanmasın diye evden çokça getirdiğimiz gazete kağıtlarına sararak koşmaya başlardık. Babalarımızın sahura kalktığımız her günde iftarlık için verdiği parayla bakkal amcadan çikolata, şeker gibi genellikle şekerli iftarlıklarımızı daha sabahtan hazır eder, elimizde onlarla dolaşırdık. Büyüklerimiz “bugün tuttuğun orucu bana sat” derlerdi. Biz de “yok satmam. Ben onu sahurdan beri tutuyorum.” diye cevap verir, bir yandan da “acaba oruç satılır mı, bakkaldan yiyecek alır gibi.” diye düşünürdük.
İftar yemeklerine önce büyük olanlar başta olmak üzere akrabalar birbirini çağırır, yakınlarını ve kimsesizleri iftara almamak ayıp sayılırdı. “Bitli helva” denilen ramazan dışında üretilmeyen susamlı helva en çok tüketilen ramazan yiyeceklerinden biri idi. İftar faslından sonra biz çocukları ayrı bir heyecan sarar, teravih namazına gitmek için kız çocukları annelerinin en güzel iğne oyalı namaz başörtülerini, küçük erkek çocuklar da babalarının namaz takkelerini seçerlerdi. Bazı yaşlı teyzeler bizi camide istemez, “bu çocukların ne işi var camide, burası çocuk yeri mi? ” diye çıkışırlar, ama biz oradaki farklı ve hiçbir yerde, başka zamanlarda bulamadığımız ve ifade edemediğimiz hayatı yaşamak isteği ile ertesi akşam yine giderdik. Bazı camilerde fındıklı veya susamlı akide şekerleri dağıtılır, süslü gülabdanlarla gülsuyu ikram edilirdi. Bizi görmeden geçerlerse, yahut unutup atlarlarsa üzülür, bizi küçük görüyor diye gücenirdik. Ama büyüklerin yanında hem de camide “bana da… bana da! ” deyip yaygarayı koparmazdık. Kız çocukları teravih namazına anneleri ile gittiklerinden, anneleri olmayan kızlar komşu kadınlara emanet edilerek gönderilirdi.
Bir de sabah camileri olurdu. Bu adet yalnızca komşularla yapılırdı. Sahur vaktinde yemekler yenildikten sonra komşular toplanır, mahalledeki birinin arabasına (bu genelde bir minibüs olurdu) doluşarak şehrin merkezindeki camilere gidilirdi. Okunan mukabele dinlenir, sabah namazı topluca eda edildikten sonra hep birlikte evlerine dönerlerdi.
Ne bakkal amcalarımız kaldı şimdilerde, ne sallu diye çağıran imamlarımız, ne uyanıp uyanmadığı kontrol edilen ve edecek komşularımız, ne sahur vaktine kadar topluca yapılan ibadet veya sohbetlerimiz. Ne annelerimizin iğne oyalı namaz başörtüleri, ne başörtülerini örtebilecek ortam ve zihniyetimiz. Ne mukabele okumaya televizyondan artakalan vakitlerimiz. Ne verilemeyen şekerleri isteyemeyen edepkar çocuklarımız, ne Kuran sesine aşina kulaklarımız. Ramazan olup olmadığını anlamaktan bile mahrum vakitlerin içinde sıkışıp kalmış ruhlarımız var şimdi. Yetmeyen vakitlere sığdırmaya çalıştığımız meşgalelerimizle haddinden fazla meşguliyetimiz bir de.
Her şeye ve bütün değişimlere rağmen sımsıkı yapıştığınız oruçlarınız makbul, Ramazan-ı Şerifleriniz mübarek olsun.
Meryem Şahin

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder